Friday, July 30, 2010

Rock'ın en güzel kapak kızları

rock’n’roll sadece kulağa hitap etmez. rock’n’roll estetikten beslenir. güzeldir, seksidir. klipleri bir kenara bırakın, albüm kapakları da bunun hayat bulduğu yerlerdendir. sanırım vampire weekend’in “contra”sından hareketle biraz hafızamı zorladım, rock tarihinin en etkileyici kapak kızlarını derlemek istedim. arada kendimce bazı kurallar belirledim. birincisi, kapak kızları albümün sahibi, ya da grubun üyesi olmayacaktı: debbie harry, liz phair, sheryl crow gibiler doğrudan elendi bu şekilde. scorpions’ın kapaklarındaki gibi “bad taste” ya da işi pedofili noktasına getirenleri de bir kenara koydum. pornografik, estetik, naif, komik olabilirdi, ve mümkün olduğunca her ekolden birer tane örnek seçmeye çalıştım. bu konuda özel ödülü jimi hendrix’in “electric ladyland”ine verip kalanları sıraladım. mutlaka eksiklerim, unuttuklarım oldu, listedeki 1990'lar ağırlığına bakınca daha da belli oluyor bu. unuttuklarımı da hatırlatanlar çıkacaktır elbette...

10- Blink 182 – Enema of the State (1999)
son derece karikatürize bir kapak, ama blink 182 gibi, asi görünümlü ama işin dalgasında bir topluluk için doğal. bir porno yıldızını (janine lindemulder) böyle resmetmek bu ergen punk’lara yakışırdı. ama çok daha pornografiği de gelecekti amerika’dan.

9- Sugar Ray - Lemonade and Brownies (1995)
“baywatch” yıldızı nicole eggert’ın başrolünde olduğu bu kapakla ilgili fazla bir şey söylemek yersiz. her şey ortada! sugar ray gibi müziğinden çok mark mcgrath’ın yakışıklılığıyla prim yapmış bir grup için uygun kapak: parsayı görüntüyle topla, içeriği boş bıraksan da olur.

8- Smashing Pumpkins – Adore (1998)
bir kapak albümün içeriğiyle bu kadar uyumlu olabilir mi? smashing pumpkins’in en depresif albümü, daha kapağından başlıyor dinleyicisini içine çekmeye. billy corgan’ın sevgilisi yelena yemchuk’un çektiği bu fotoğrafın yıldızı ise amy wesson.

7- James - Whiplash (1997)
hakkında en az bilgim olan kapak bu işin açığı. kadın kim, bu yüz bir maske mi bilmiyorum. ama bu muğlaklık hoşuma gidiyor. james en sevdiğim gruplardan olduğu, “whiplash” de en sevdiğim albümlerinden birisi olduğu için torpil geçmiş de olabilirim.

6- Chemical Brothers – Dig Your Own Hole (1997)
1990’ların en kilit albümlerinden birisi, bence şimdiden ikonik hale gelmiş kapağıyla da anımsanıyor. basit bir efektle çizgi roman görünümüne ulaşmış olan bu kare, grubun performanslarından birisinde çekilmiş. kızımız, sarah atherton adında alelade bir chemical brothers hayranı.

5- Pixies – Surfer Rosa (1988)
yeni çağ’dan kalma bir sanat eseri gibi duran bu tablo, aslında grup elemanlarının “arkadaşının arkadaşı” bir kadının pozu. tabii ki resmin büyüsünün arkasındaki beyin, ingiliz fotoğrafçı simon larbalestier. doğru atmosferi yaratmak için baştan bir set kurdurmuş, ama bence fazlasıyla değmiş.

4- Vampire Weekend – Contra (2010)
listedeki en yeni albüm, ama kapak kızı o kadar da yeni değil. ilk başta detayları hiç açıklanmayan gizemli bir fotoğraf olarak lanse edilen bu poz vampire weekend’in başına büyük iş açtı yalnız. ann kirsten kennis, 1983 yılında çektirdiği bu pozun kendisinden izinsiz kullanıldığı için gruba 2 milyon dolarlık dava açtı. henüz olay çok taze, dolayısıyla sonucu göreceğiz. dolayısıyla bu kapak ileride toplatılabilir de. şu haliyle de indie rock’ın gördüğü en saf ve en hoş kapaklarından birisi olduğunu düşünüyorum “contra”nın.

3- The Cars – Candy-O (1979)
işte gerçek bir efsane. the cars davulcusu david robinson, hayranı olduğu pin-up sanatçısı alberto vargas’ı ikna eder, grubun ikinci albümünün kapağını çizmesi için. tesadüfen candy moore bir model bulunur, vargas kapağı çizer, robinson’la moore bir süreliğine sevgili olurlar hatta. “candy-o” da the cars’ın billboard top 100’de ilk 10’a giren ilk kaydı olur.

2- Roxy Music – Country Life (1974)
sanırım rock tarihinin en kült album kapaklarından birisi bu. roxy music’in şık ve zarif imajına karşın, bence erotizmin en sert ve çiğ hali bu. bryan ferry’nin portekiz’de tanışıp albüm kapağı konusunda ikna ettiği iki model, constanze karoli ve eveline grunwald’ın aşırı makyajlarına karşın kapak rötuşsuz, cilasız. ve yine de etkileyici.

1- Pulp – This Is Hardcore (1998)
albüm adı “this is hardcore,” grup pulp ve adamımız kafayı her zaman seksle bozmuş jarvis cocker olunca bu kapak pornografi alarmlarını çaldırıyor ilk anda. ancak albümdeki “this is hardcore”un karanlığını, her notaya sinmiş yalnızlığı ve özellikle “sylvia”daki hüznü düşününce, kapaktaki rus fotomodel ksenia’nın ifadesiz yüzü, bir vitrin mankeni kadar cansız duran elleri insanın kalbini kırıyor. albümün promosyon posterlerinin londra metrosunda asılı olduğu günlerde seksist olduğu için grafitti saldırısına uğradığını hatırlatalım. fikrim mi? bence hiçbir şey anlamamışlar.

Wednesday, July 28, 2010

WTA İstanbul Cup

serena yok ama biz varız! evet, wta istanbul cup başladı dün itibariyle. güzel de başladı. itiraf edeyim ki, en sevdiğim sporlardan birisi olmasına karşın hayatımda hiç çıplak gözle bir tenis maçı izlememiştim. pazartesi bu eksiğimi kapatmış oldum.
...
turnuvanın altıncı yılı bu. tekstilkent'ten enka'ya gelmiş. istinyepark'ın iki adım mesafesinde. biletler 25 lira civarında. ve programında wimbledon şampiyonu ile roland garros şampiyonu geliyor diye hazırlanan bir turnuva (bir hafta öncesine kadar serena geliyor deniyordu sonuçta). ama yine de maçlar boş koltuklara, enka'da tenis oynayan çocuklara, üç beş gazeteciye oynanıyor. boynunda yaka kartı olmayan kimse yok neredeyse. şüphesiz organizasyonun da hataları vardır ama nerede bütün grand slam'leri izleyen, sözlükleri blog'ları tenis yorumlarıyla dolduranlar? bir ay önce wimbledon'da yarı final oynayan pironkova ve kvitova burada da var. schiavone zaten var. wta klasmanında ilk 50'de olan birçok oynucu var. ama izleyici yok. enteresan.
...
maçlara tek tek değinmek gereksiz, ama vera dushevina-petra martic maçı ilginçti. martic önce ilk seti aldı, ikinci sette de maç sayısından yararlanamadı. sonra da dushevina maçı çevirdi. dushevina'nın sıcaktan ve nemden ayakta durmakta zorlanması, nefes alıp vermekte bile zorlanmasını izlemek etkileyiciydi. sanırım, hayatımda izlediğim ilk tenis maçında beni etkileyen şey bu oldu. oyunun sessizliği, topun, raketin, nefeslerin seslerini duymak. adeta zidane: un portrait du 21e siècle benzeri bir tecrübe.
...
pemra özgen-andrea petkovic maçından da bahsedelim biraz. çağla büyükakçay'la birlikte kendi kuşağının en başarılı tenisçisi pemra. petkovic karşısında maalesef pek varlık gösteremedi ve 6-2, 6-1'le elendi. sanırım türk tenisçisinde, hatta genel olarak sporcusunda "maça başlama" sorunu var. oyuna girer girmez karakterini ortaya koyan, tempoyu, ritmi, taktiği ayarlayabilen ve rakibi baskı altına alan bir karakterimiz yok. pazartesi günü petkovic 4-0 öne geçtiğinde daha maçın 12. dakikasıydı. sonraki 4 oyun dengeli dağıldı, ama iş işten geçmişti.
...
pemra enteresan bir oyuncu. dip çizgi oyunu iyi ve iki tarafta gidip geliyor, inatçı ve çabuk. ayrıca çok şık bir backhand slice'ı var. ancak file önü oyununda zayıf. ayrıca iki hamle sonrasını hesaplama konusunda eksiği var. örneğin şık bir kesmeyle topu rakip filenin önüne geçiriyor ama rakibi yetişip topu yumuşakça rakip tarafa bıraktığında pemra hala çizgide kalmış oluyor. rakip de rahat bir vuruşla filenin yakınındaki alanı kullanarak puanı alıyor. petkovic bu şekilde çok sayı aldı. bu tecrübeyle artacak bir şey mi bilmiyorum, ama şüphesiz kendisini geliştirebilir bu anlamda.
...
çok da maçlara odaklanmayalım. bu hafta içinde yolumuz enka'ya tekrar düşerse (ki en az iki defa daha düşmesini istiyorum, çeyrek final ve final arasında mümkün olduğunca çok maç izlemek niyetindeyim) devam ederiz.
...
ek 1: spor fotoğrafçılığı çok çok zevkli bir şey. hasbelkader iyi kare yakaladığında büyük keyif alıyor insan.
ek 2: macerayı seven adam da enka'daydı, çizgi hakemliği yapıyordu.
...

Tuesday, July 27, 2010

billboard da gitti...

billboard türkiye de kepenkleri indirdi. sıkı bir takipçisi miydim derseniz, çoğunlukla hayır. ama bir anım var ki billboard'a dair, sanırım sonsuza dek benimle kalacak. van özalp'te askerken son iki ayımda tabura (artık kimin fikriyse) dergi sipariş etmeye karar vermeleri, ntv grubunun yayınlarını getirmeleri sonucu billboard almıştım. internet konusunda pek sıkıntım yoktu askerde, ama aylar sonra bir müzik dergisi okumak beni o kadar doyurmuştu ki, anlatmam zor. neyse ki, dergi kapanmadan önce samimi hislerimi daha önce hiç tanışmadığım billboard editörü sebla koçan'a bir maille anlatmıştım. dolayısıyla derginin arkasından yazdıklarımın tipik bir "kör ölür badem gözlü olur" olayı olmadığı konusunda içim rahat.

ocak 2009'da "Müzik medyasında son durum" diye yazmışız. ağustos 2009'da ise roll'a ağıt yakmışız. o günden bugüne bir adım ileri atılmadığını, hatta geriye gittiğimizi görmek üzücü. ha, bir fark var: o zaman "ekonomik şartlar"dan bahsediyordum. şu an buna inanmıyorum. mesele, müzik okumanın, müzik kültürünün bu ülkedeki güdüklüğü.

tüm billboard ekibine geçmiş olsun. ileride çok daha iyi işlerle karşımıza çıkacaklarından hiç şüphem yok.

doğu yücel'in twitter'ında yazdığı gibi: "Müziği okumanın olağanüstü zevkine ne zaman varacağız?"

Sunday, July 25, 2010

the black parade

ana haber bültenlerinde de ele alındığı için duymuşsunuzdur ama yine de takip etmemişler olabilir: almanya'da milyonun üstünde katılımcısı olan love parade'de çıkan izdiham sonucu 19 kişi öldü dün. tek kelimeyle korkunç.
...
love parade avrupa'nın en büyük dans festivali, her yıl 1 milyondan fazla kişinin katıldığı bir etkinlik. dün, polis alanın dolu dolduğuna hükmedip sonra gelenleri geri göndermeye çalışmış. bir tünelde yaşanan sıkışma sonucu: 19 ölü, 100'den fazla yaralı.
...
olay, latitude festivalinde iki kıza tecavüz edilmesinin hemen ertesi haftasında oldu. ingiltere ve almanya gibi iki ülkede yaşandığından bu olaylar sonucunda, muhtemelen önümüzdeki yılın festivallerinde çok çok büyük güvenlik önlemleri göreceğiz.
...
2000 yılındaki roskilde faciasını hatırlarsınız. pearl jam'in performansı sırasında izleyicilerin önlere yüklenmesi sonucu 9 kişi ölmüştü o yıl. bu, avrupa festivalleri için bir milat sayılmış ve çok sıkı güvenlik önlemleri alınmaya başlanmıştı. 2001 yılında bu güvenlik kriterlerine hazır olmadığı için ne roskilde yapılmıştı, ne glastonbury. ayrıca crowdsurfing'in yasaklanması da 2000'den sonraya denk gelir (roskilde'deki 9 ölümün bir kısmının crowdsurfing sırasında yere düşen ve kalkamayan insanların ezilmesiyle olduğu belirtilmişti).
...
biz müzik festivallerini hep yaşamak istediğimiz özgür, eğlenceli ve aşk dolu dünyanın en azından üç-dört günlük kısa bir simülasyonu olarak görmek istedik. dışarıdaki griliğin aksine rengimizi yaşatabileceğimiz yegane yer bildik oraları. 68'li olamamanın kompleksini, hippi ya da punk gibi bir kuşağa mensup olmamanın ezikliğini attığımız yerler olarak gördük hep. oradaki dört günde depoladığımız özgürlük nefesini dışarıdaki dünyaya üflediğimizde "gerçek hayatın" da daha güzel olacağına inandık. o festival bilekliklerini bir onur nişanı gibi kolumuzda aylarca, yıllarca taşımamız da bundandı.
...
bu yıl yaşanan iki olay, herhalde bir savaşı sonsuza kadar kaybettiğimizin, naif bir rüyanın bittiğinin resmi oldu. tıpkı hippilerin 1970 yılında, janis ve jimi'nin ölümleriyle, the beatles'ın dağılmasıyla birlikte rüyadan uyandıkları gibi.

Friday, July 23, 2010

cranberries: ilk gençliğim eyvah!

istanbul'dan the cranberries geçti. öyle büyülemedi belki, ama herkesin yüzünde bir gülümseme, damağında şekerli bir tat bıraktılar. nasıl olmasın ki? özellikle benim de içinde bulunduğum 1980-1985 doğumlular için ilk gözağrılarından birisiydi the cranberries. hiçbir zaman en büyük favorim olmadı ama isimleri bilinmezken dünyanın zirvesine çıkışlarını adım adım izledik. ben, örneğin, rahmetli emre kuytu'nun number one fm'de "yeni kırkbeşlikler saati"nde "zombie"yi çaldığı günü şu an bile hatırlıyorum. haftanın yeni kırkbeşliği seçilsin diye telefon edip oy verdiğimi de. hatta o dönemlerde u2 ve therapy? gibi iki çok sevdiğim grubun çıkışının da etkisiyle irlanda'nın müzikte bir süpergüç olduğunu falan da sanmaktaydım.

cranberries o küçük grup olarak kalmadı, ama bazı anlamlarda da özünü yitirmedi. belki fazlasıyla naif kaldılar, ama dev bir grubu küçük bir grup mantığıyla yürütebileceklerini de gösterdiler. güçleri dolores o'riordan denen benzersiz sesti, ve bir de güzel şarkıları.

o şarkılar işte, dün 10 bine yakın insanı maçka küçükçiftlik park'a çekti. az iş değil, son stüdyo albümünü neredeyse 10 yıl önce yayınlamış bir grubun türkiye'de bu kadar kitleyi tek başına çekmesi. üstelik konser ve festival konusunda sıradışı bir sıkışıklığa sahne olan haziran-temmuz sezonunda. ilk konserdeki kadar coşkulu değildi seyirci, ama genç kuşağa da ulaşabildiğini gördük, cranberries'in, o da yeterdi. sonuçta kitle değişmiş, zaman değişmiş, her şey değişmiş...

dolores'in deli dumrul performansı, sahneden çekildiği anda son derece amatör kalan üçlü (ki fergal sıkı davulcudur), böyle büyük bir gruba göre son derece görkemsiz sahne dizaynı... bunlardan konuşabiliriz. ama cranberries söz konusuysa, güzel şarkılardan bahsetmek istiyor insan. kimisine yavan gelmiş olabilir, ama bahsi geçen kuşak için çok özel bir gruptur the cranberries. "linger," "zombie," "when you're gone," "animal instinct" ve "promises." bu çalan şarkılar bizim ilk gençliğimizin ta kendisiydi. o yüzden yıllar sonra hala ayakta bir cranberries görmek, hala küçük bir kız çocuğu gibi sahnede coşan dolores'i izlemek ve hala zevk veren şarkıları dinlemek...

güzeldi.

Thursday, July 22, 2010

The Cranberries'in en iyi 10 single'ı

askerdeyken sıkıldığım zamanlarda (yani oradaki vaktimin %90'ında falan) bir alışkanlık geliştirmiştim. çok sevdiğim albümleri baştan sona mırıldanıyordum. bazen de günlük konsept belirleyip, akşama kadar sadece bir grubun şarkılarını söylüyordum (askere gitmiş olanlar, ya da hayatlarının bir bölümünde gerçekten çok saçma sapan ortamlarda bulunanlar beni anlayacaktır sanıyorum). o esnada fark ettim, the cranberries sadece "bir zamanlar severdik" kategorisinde dinlenecek ve unutulacak gruplardan birisi değildi. gerçekten aktif olduğu dönemin en önemli single gruplarından birisiydi. bu akşamın şerefine ben de cranberries'in en iyi 10 single'ını kendimce sıralayayım dedim. zaten toplam single sayıları 10'dan çok da yüksek değil, ama maksat şu şarkıları anımsamak olsun.
...
10- Salvation: Sözleri komikliğe varacak kadar basit, ama yine de hoş bir şarkıdır bu. Özellikle “Wake Up and Smell the Coffee”ye bonus olarak eklenen Paris versiyonunda görüldüğü üzere, konserlerde de hep iyi gider.
...
9- Ridiculous Thoughts: “No Need To Argue” ile büyük gruplar ligine geçmişlerdi ama bu, hala indie sularında kalan son Cranberries şarkılarından birisi.

8- Zombie: Artık duya duya bıktığımız bir şarkı, o kesin, ama “Zombie”siz de Cranberries listesi olmazdı.
...
7- Just My Imagination: Pür mutluluk şarkılarını düşündüğümde birkaç örnekle beraber aklıma mutlaka bu gelir. “Living for the love we had, living not for reality...”
...
6- Hollywood: İlk çıktığında ‘Zombie’ye benziyor diye eleştirilmişti bu şarkı. Ne alaka, hala tam çözemedim. Hakkı yenmiş bir Cranberries single’ı. Konserlerde bile çalınmıyor. Küstürmüşler tabii şarkıyı.
...
...
5- Animal Instinct: Zaten çok güzel şarkı, tamam da, bir de bunun klibini izleyip de ağlamamış insan evladı var mıdır?
...
4- Ode to My Family: Bel altına vuruyorlar! Dolores O’Riordan kekliği düz ovada avlamakla ilgili bir şarkı bile söylese insanı dağıtabilir zaten. Burada aile gibi bir konuya girip adeta haksız rekabet yaratıyorlar.
...
3- Promises: 1999 baharı, Bodrum. 17 yaşında beş erkeğiz. Alkollüyüz. (O zamanlar bir bira da yetiyor alkollü olmaya gerçi) Bir tişört dükkanına giriyoruz, bu çalıyor. Birbirimize bakıp “Ne güzel şarkı lan bu!” diyoruz aynı anda! Bugün olsun, yine derim!
...
2- Linger: 1993 yılı, MTV’de çıkan her şeyi sanki yukarıdan vahiy iniyormuş gibi yalayıp yutuyoruz. Siyah beyaz bir klip çıkıyor sonra, dinlediğimiz şeylerin çoğuna benzemiyor. “Naif” kelimesi kullanmadan albüm eleştirisi yazamadığımız günlere temiz bir 15 sene var. Belki de o yüzden tanımlamakta güçlük çekiyoruz. The Sundays dinlemediğimiz için hiçbir şeye benzetemiyoruz. Tanımsız, nefis bir şey. Neredeyse 20 yıl olacak, hala hislerimiz aynı.
...
1- Dreams: Aynı zamanlarda çıkan diğer Cranberries single’ı “Linger”ın tam tersi bir anlamda. “Linger” ne kadar içe kapanıksa bu o kadar dışa dönük. “Linger” ne kadar aşk acısı taşıyorsa, “Dreams” aşk coşkusu taşıyor. İkisinde de “mutlu son” dinlemiyoruz ama. İrlanda’ya çok yakışan pastoral bir hava da taşıyor üstelik. Belki dağlarda geçen klibinden de etkilenmişimdir, ama “Dreams” o İrlanda yeşillerinde koşturan, büyüsü de hala yitmemiş bir şarkı.

değirmenlere karşı 40 yıl

"benim şarkılar biraz farklıdır, kusura bakmasınlar" diyen adamın 40. sanat yılı kutlandı dün akşam cemil topuzlu açıkhava tiyatrosu'nda. bu ülkede çok az müzisyene nasip olacak bir kadro toplanmış, ceketlerini iliklemiş, saygı duruşuna geçmişti bu büyük şarkı yazarı karşısında.

aslında böyle bir geceye dair notlar yazmak pek kolay değil. hem katılan, ortaçgil'e "tribute" yapan sanatçıların büyüklüğü, hem de ortaçgil'in tanımlanması zor bir adam oluşuyla. gerçekten, açılışta sunumu yapan zuhal olcay çok güzel özetledi: "bazı sanatçılar vardır, onları anlatmak için kelimeler yeterli olmaz, biz de sadece isimlerini söyleriz. bob dylan gibi, jacques brel gibi, bülent ortaçgil gibi."
...
gerçekten de ortaçgil başka müzisyenlerle kıyaslanarak, çeşitli tarzların isimleri zikredilerek anlatılacak bir adam değildir. arada tek tek şarkıları seçilerek dinlenecek adam da değildir. uzun aralarla yayınladığı albümlerinin her biri ayrı bir dönemine işaret eder, her birinin ruhu, tadı ayrıdır. benim gönlüm 1973 tarihli "benimle oynar mısın?"dadır ve bu albümden daha iyi bir türkçe albümü hala daha dinlemediğimi düşünürüm. ama ortaçgil'in kimya mühendisliğiyle geçirdiği yılların ardından geri dönüş yaptığı "2. perde"nin yoğun duygusallığının ve dönemin ruhunu yansıtan "org" sound'unun da yeri ayrıdır. daha güleryüzlü bir albüm olan "oyuna devam"ın, serdar ateşer'in prodüksiyonuyla ortaçgil katalogunun en deneysel kaydı olan "bu şarkılar adam olmaz" ve son başyapıtı "light"ın da... "gece yalanları" da derdim, ama nedense 2000'lerin ilk on yılına denk düşen tek ortaçgil kaydıyla kimyam bir türlü uyuşmadı. belki bir zaman daha iyi anlayacağım değerini, kimbilir...

böyle muhteşem bir diskografi içinde kim hangi şarkıyı söylese eksik kalır bir anlamda. bardağın dolu tarafından bakarsak da, hangi şarkı söylenirse sıradışı bir gece garanti olurdu. (belki the cure, suede gibi "baştan sona albüm" konserleri vermeli ortaçgil. muhteşem olurdu) ikincisi oldu. tek tek isim vermek gereksiz, kağıda bakıp söyleyerek beni şaşırtanların da, zaten yıllardır söyledikleri şarkılarda rahat performans sergileyenlerin de, ortaçgil şarkılarını ortaçgil'in düzenlediği şekilde yorumlayanların da, kendi stilini katanların da ağzına, yüreğine sağlık.
...
kendi açıkladığı üzere izmir'den apar topar arabaya atlayıp gelen sezen aksu'nun sürprizi nefisti. konuşurken "sezen'den geçmiş galiba" diye karamsarlaşıyorsunuz, ama şarkıya girdiğinde anlıyorsunuz ki, bu kadının eşi benzeri yok. birsen tezer'in "çığlık çığlığa"sı çok iyiydi ama asıl etkileyicisi, ortaçgil'in konserlerinde pek çalmadığı "kimseye anlatmadım"ı düet olarak yorumlamalarıydı. yine az çalınan ortaçgil şarkılarından "şarkılarım senindir"in çalınması da büyüleyiciydi.
...
çoğu kişi sevmese de (hatta sanırım bülent ortaçgil de pek beğenmiyor o yorumu) mirkelam'ın "bütün çiçekler su ister"i bence çok güzel. feridun düzağaç'ın "sevgi" yorumu da şarkıya, şarkı da düzağaç'ın stiline çok yakışıyor. aylin aslım'ın "mavi kuş" performansı da sade ama etkileyiciydi.
...
eksik bulmak gerekirse geceye, 10 yıl önce yayınlanan "şarkılar bir oyundur- bülent ortaçgil için söylenmiş bülent ortaçgil şarkıları"nın yorumcularının genelde orada olmaları, yelpazenin yeterince geniş tutulmaması sanki biraz kolaya kaçılmış hissi uyandırdı. bu da kolaylıkla gözardı edilebilir.

bir de, şarkılar arasında ortaçgil'e hayranlıklarını dile getirenler vardı. özellikle cem dizdar'ınki "anlatılmaz yaşanır" cinstendi. baba adamdır dizdar, çok severiz, ama bir insanı nasıl sevdiğini öyle güzel anlattı ki, daha da bir sevdik!
...
daha çok şey söylenebilir belki, ama ortaçgil'in daha önce kimselerin görmediği kadar keyifli oluşundan bahsetmek yeterli belki de. o böylesi bir saygı akşamından bu kadar memnunken onun müziğine, şarkılarla oynadığı oyuna aşık binlerce insanın (tahminen 6,000 kişi vardı açıkhava'da, merdivenlerin tamamen dolduğunu da hesaba katın) bunca büyülenmemesi mümkün değildi. özellikle ortaçgil'in alkışların ardından yapmacık değil, hakiki bir bis için dönüşü ve canlı çalmayı hiç sevmediği "şık latife"yi hem de erkan oğur'lu rüya kadroyla çalması unutulmazdı.
...
"50. yılda görüşmek üzere" yazıyordu dev ekranda konser bittiğinde. o kadar uzağa gitmeyelim. daha ortaçgil müziğinin tadını çıkaracak yıllar var: 41 var, 42 var, 43 var...

Wednesday, July 21, 2010

Caz Festivali'nde final: Seal

Fotoğraf: İKSV / Mahmut Ceylan

birkaç gün önceki grace jones konseri yazımda, açıkhava tiyatrosunun merdivenlerinde coşan grubu övmüş, onları "cemil topuzlu'da gördüğüm en iyi kitle" olarak nitelendirmiştim. seal konserinde ise kimse oturmadı!

ama bunu kitlenin başarısından çok seal'ın marifeti olarak görmek lazım. sahneye müthiş bir giriş yaptığı "papa was a rolling stone/killer"la ağır ağır başladı setine seal. şarkının sonunda seyircilerle diyalogunun çok yakın olacağının sinyalini vermişti bile. erkeklere "brother," kadınlara "sister" diye bağırtarak. o saniyelerde anladım, seal "soul"a yüklenip ağırbaşlı bir performans sunmayacaktı. bildiğin rock konseri oldu yahu bu!

seal sahnede tahmin ettiğimden çok daha samimiydi. türkiye'ye ilk gelişinin bu olmadığını, ilk seferinde bir şirket için çaldığını itiraf etti örneğin. ön sıralara "siz tabii dans etmezsiniz, pahalı koltuklarda oturuyorsunuz" diye laf attı! o ön sıralardan bir kadını dansa kaldırması ama kadının ısrarla kalkmaması vurucuydu. adam "ben heidi klum'u spor salonundan kaldırmış adamım lan, seni mi dansa kaldıramayacağım?" der diye korktum ama kibarlığını yitirmedi, kadın da sonunda kalktı neyse ki.

işte "açıkhavada kimse oturmadı" derken kastettiğim tam da bu. seal kitleyi "oturmaya mı geldik?" diyerek hareketlendirdi. yani kitlenin değil, seal'ın başarısıydı bu coşku. nereden gelirse gelsin, oturarak izlemekten çok daha eğlenceliydi bu şekil. benim için caz festivalinin kapanışı oldu seal, ve gayet güzel bir kapanış oldu.

konser ciddi anlamda bir celebrity geçidiydi. bir tarafta pamela spence, bir tarafta ayşe hatun önal... konserin başlamasına saniyeler kala tuba ünsal geldi yanıma oturdu bir de! bense çok medeni davrandım tabii, oralı olmadım bıraktım eğlensin (tabii tabii!).

seal'la ilgili şunu söylemek gerek belki: "kiss from a rose"dan beri, yani 15 yıldan bu yana doğru düzgün hit çıkartmamış bir adam bu, hadi "love's divine" ile "the right life"ı da yarımşardan tek hit sayalım. buna rağmen bunca insanı açıkhavaya çekmişse, heidi klum faktörü kadar, 1990'ların başında ne kadar büyük olduğunun şüphesiz payı vardır. muhtemelen bir daha asla albümlerini heyecanla bekleyeceğim bir adam olmayacak, ama yine de konser öncesinde hissettiğim kadar da duyarsız olmamam lazım adama, bunu hatırladım.

bir de defalarca altını çizmek gerek herhalde, müzik tarihinde şundan daha vurucu kaç tane dize var acaba: "but we're never gonna survive unless we get a little crazy."

Tuesday, July 20, 2010

Wolf Parade - Expo 86


Wolf Parade'in yeni albümü "Expo 86" sevenlerini yine mutlu edecek..

İki sene evvel büyük bir gazla "2008'in en iyi albümü bu mu yoksa "Devotion" mı?" diye yaygara koparmama neden olan "At Mount Zoom" The Walkmen'e de geçilerek kendisine ancak 3. sırada yer bulabilmişti 2008'in en iyileri listemde.. Ama gerçekten de bomba gibi bir albümdü, hem enerjik hem de melodik parçalar bütünüydü.. Arayı fazla açmadan bir sonraki albümü "Expo 86"yı yayınladı Wolf Parade.. Evet, berbat bir albüm ismi..

Gitarlar ve klavyeler.. albümü bu iki enstrümanın canlı bir şekilde ve muhteşem bir harmoniyle kullanılması özetliyorsa bana kalırsa.. Yine oldukça enerjik ama bir o kadar melodik parçalar geliyor arka arkaya.. Birkaç güzel rife arkasını yaslayıp gitmiyor şarkılar; hem gitarlar hem de klavye ve synth ile hayran olunası güzellikte melodiler yakalamış Krug ve Boeckner.. Wolf Parade'in yanı sıra kendi solo projeleriyle de meşgul olan bu süper ikilinin biraradalığı belki de ilk kez bu kadar "doğal" bir eserle sonuçlanmış.. İkisinin imza attığı parçaların birbirine önceki albümlere nazaran daha bağlı olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım..

(Küçük bir parantez: Krug ve Boeckner indie camiasın en üretken ve çalışkan adamları herhalde.. 2009'da diğer projeleriyle (Sunset Rubdown ve Handsome Furs) ile birer albüm yaptıktan sonra Kasım 2009 'dan itibaren çalışmaya başlamışlar Expo üzerinde, yani sadece 7-8 ayın sonunda sonuç ortada..)

Şarkıları üretirken sergiledikleri çabayı seviyorum bu adamların.. Evet, pop müzik bu, ama öyle farklı şeyler yapmak istiyorlar ki, takdir etmekten başka çare kalmıyor.. Karanlık, neredeyse progresif bir çizgide ilerleyen (ve gerçekten de kendini kaptırdığında insanı yerden birkaç santim havalandırabilen) ama fazla uzun olma tehlikesiyle karşı karşıya olan parçaları, bazı son dönem progresif indie grupların aksine, boğuculuğa yenik düşmekten kurtaran ilginç ve yaratıcı hamleler yapmaktan çekinmiyorlar.. Bu da, Wolf Parade'i dinlemenin her zaman keyifli bir deneyim olacağını garanti ediyor..

Gelelim en sevdiğim şarkılara.. İlk dinleyişte önce albümdeki iki epik şarkıdan ilki olan "What Did My Lover Say? (It Always Had to Go This Way)"e tutuldum, sonra "Ghost Pressure", "Pobody's Nerfect", "Yulia", "Cave-o-Sapien", "Little Golden Age" geldi.. "Cave-o-Sapien"in şarkı ilerledikçe sürekli değişen yapısı çok hoşuma gitti özellikle.. Ama gözardı edilecek şarkı yok albümde, hepsi ayrı ayrı ilgiyi hakediyor.. Sadece sonlara doğru gelen "Two Men In New Tuxedos" ile "Oh You, Old Thing"in biraz vasat kaldığını söyleyebilirim.. En "catchy" parça ödülü ise "Ghost Pressure"a gidiyor.. İkinci dakikadan sonra vokallere eşlik eden klavyeye dikkat..
2010'un gözdelerinden biri olacak bu albüm.. Başa oynarken esas rakipleri belli: yine süper albümlerle dönen Beach House, The National, bu sefer biraz zayıf kalmış olmakla birlikte Midlake ve süper bir yeni grup, Wild Nothing (ilk albümleri "Gemini", adeta "Beach House meets I Love You But I've Chosen Darkness meets Joy Division", müthiş..). Bekleyip görelim, sırada bekleyen başkaları da var..

Monday, July 19, 2010

Alice terkokular diyarında

hafta sonu ortalık alice in chains'in sonisphere vesilesiyle geldiği istanbul hakkında yazdıklarıyla karıştı. biraz hürriyet gazetesinin gazlaması da olsa, haberin tartışma yaratmaması mümkün değildi. alice in chains birden topun ağzına dikildi haliyle.

şimdi, blog'da yazılanları özetleyelim. grup birkaç gün önce halkalı'da patlayan bombadan haberdar, hatta bir bomba ihbarı daha olduğunu belirtiyor ancak güvenlik konusunda eksikler olduğunu yazmış. öte yandan hayatında gördüğü en kalabalık backstage'e de inönü stadyumunda tanık olduğunu söylemiş. park problemi olduğunu da anlatmış. bunlar sonisphere organizatörleri dışında pek kimseyi bağlamaz. ancak yazıda bir bölüm vardı ki (bunun yazının ilk paragrafı olduğunu, dolayısıyla yazının en dikkat çekici kısmı olduğunu da belirtelim) o biraz farklı.

şu an söz konusu yazı değiştirilmiş olduğu için bahsi geçen kısmı kopyalayalım:

"Istanbul was unlike any city we've ever been to.
It's the fourth largest city in the world, so it's huge, and culturally, it's very different from the U.S.
One of those cultural differences? Deodorant.
Three times I got on an empty elevator in the hotel, and three times I nearly gagged on the 7 floor ride down to the lobby. I'm not sure who was riding on it before me, but they left behind a cluster bomb of personal stink. If you're packing enough body odor that you leave a vapor trail behind wherever you go, perhaps a bar of soap and some speed stick might help out.
That's nitpicking though. Turkey is an interesting country, but unfortunately due to the schedule and the weather, I never really got out to see it.
Mike went to a bazaar with some of the crew guys and said it was amazing, but beyond that I don't think anyone even made it out of the hotel."


ingilizce kasmak istemeyenler için sözlükten spacetimereality'nin yaptığı çeviriye başvuralım:

"Dünyadaki en büyük dördüncü şehir, yani devasa. Kültürel olarak da ABD'den çok farklı.
Bu kültürel farklardan biri ne mi? Koku.
Otelde üç kere boş asansöre bindim ve üçünde de lobiye 7 kat süren yolculuğumda kusmanın eşiğine geldim.
Benden önce kim binmişti bilmiyorum ama arkalarında adeta bir misket bombası gibi yayılan kokularını bırakmışlardı. Eğer vücut kokunuz gittiğiniz her yerde arkanızdan bir uçak motoru izi bırakacak kadar keskinse belki de bir kalıp sabun ve koltuk altı deodorantı kullansanız fena olmayabilir.
Her şeyde kusur bulmamak lazım tabii ki. Türkiye ilginç bir ülke ama maalesef programımızdan ve hava durumundan dolayı dışarı çıkıp görmem mümkün olmadı.
Mike ekipten birkaç çocuk ile birlikte çarşıya çıktı ve döndüğünde harika olduğunu söyledi ama bunun dışında herhangi birimizin otelden dışarı çıktığını sanmıyorum."


enteresan bir konu. birkaç açıdan bakmak mümkün, ki öyle de yapmalıyız. öncelikle biz ülke olarak "bizim hakkımızda ne demişler?" konusuna fazlasıyla takmış durumdayız. buna "midnight express sendromu" da diyebiliriz. belki haklılık payımız da vardır, zira tek bir filmin bir ülke hakkındaki imaja bu kadar etki ettiği durum çok sık görülmemiştir. şu an bu filmin etkisi pek kalmadı belki, türkiye'nin siyasi duruşundan, uluslararası imajımızı daha eli yüzü düzgün hale getiren sanatçı ve sporculara, batıdan buraya gelenler ve buradan batıya gidenlerden, hatta bu filmin adını bile duymadan büyümüş iki kuşak yetişmesine kadar, birçok etken vardır.

bana kalırsa öncelikle bu "midnight express sendromu"nu atlatmalıyız. düne kadar rock dinleyicisi dışında kimsenin gündeminde olmayan bir grunge grubu bizim memleketle ilgili olumsuz konuştuğu anda hürriyet'in web sitesine manşet oluyorsa "bu kadar coşmayın" demeye hakkımız vardır. bir grup da "istanbul çok güzel, büyülendik" demeyiversin. alice in chains'in web sitesinde yazınca birden turizm gelirlerimiz %5'e falan inmeyecek, ya da yurtdışında "sen türk müsün? kokuyorsundur o zaman" demeyecek.


ikinci açı, yazanın bakış açısı. eğer bir arkadaşım tatile gittiği bir ülkeyle ilgili izlenimlerini anlatırken "otelden pek çıkmadık ama kültürel olarak farklılıklarımız olduğunu gördüm, özellikle deodorant konusunda" derse, ben o adama gülerim. kültürel farklılıktan deodorantı anlayan adam sığdır. eğer ülkeyle ilgili izlenimler yazması beklenen bir adam çıkıp "tek gördüğüm buydu" diyorsa, onun vizyonunu sorgulamam bile. yaşadıkları doğrudur ve hoş şeyler değildir belki, ama
bir ülkeden bahsederken biraz daha dikkatli ve makul olmasını beklerdim açıkçası. eğer konu türkiye değil de bulgaristan olsaydı mesela, alice in chains gibi sevdiğim değil de, pearl jam gibi taptığım bir grup da olsaydı söz konusu olan, böyle sığ bir vizyona sahip bir yazıyı sitelerine koydukları için onlar adına üzülürdüm yine de. ne kadar rahatsız da olsan, bir insanın bir ülkede gördüğü tek şey bu olamaz, bu kadar basit. yazdıklarının insanları üzebileceği gerçeğinin ötesinde, sizin çapınızı gösterir böylesi bir yaklaşım.

son olarak, yazıda değindiği şey 12 milyonluk istanbul'u, 65 milyonluk türkiye'yi bağlamaz aslında. ama "türkiye'de ter kokusu yoktur, olmaz" diye bir iddiası olan varsa, kendisiyle kabataş-zeytinburnu hattında bir tramvay yolculuğu yapmak isterim. akbiller benden! teklifim ağustos ayı sonuna kadar geçerli.

bu konudan ne öğrendik:
1- her yabancının ağzından çıkan övgü veya yergiye bu kadar takılmamak gerek. doğru bir şey söylüyor olabilir, dikkate alalım. yanlışsa da onun yanlışıdır, korkmaya gerek yok.
2- alice in chains'in bloga yazması için görevlendirdiği roadie tüm grubu bağlayacak açıklamalar yapıyorsa (imzasız çıkan yazı, tüm alice in chains'e ait gibi görünür) o roadie'nin biraz daha az hanzo olması grubun faydasına olabilir.
3- alice in chains'in blogunda bu yazı göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı bir yerde, örneğin "türkler" yerine "hispanikler" şeklinde çıksaydı, grup hayatında görmediği kadar yoğun bir lince maruz kalırdı. abd gibi bu konularda çok hassas bir yerde böylesine tuhaf bir çıkışa bu yüzden çok şaşırdım.
4- deodorant iyidir.

Sunday, July 18, 2010

Grace Anatomy

fotoğraf: İKSV / Ilgın Eraslan Yanmaz

cinsiyetsiz, benzersiz, zamansız. ama asla mekansız değil! grace jones'un ilk istanbul konseri muazzam bir gösteriydi. 62 yaşındaki bu tanımsız kadın, gerçekten inanılması ve anlatması güç bir konser verdi. müzikal olarak çok mu sıradışıydı? hayır. kimi zaman fazlasıyla demodeydi hatta. çok mu müthiş bir vokali vardı? ona da hayır. ancak grace jones'un varlığı, enerjisi, sahne kişiliği müziğe, modaya ama daha çok pop kültüre aşık insanlar için görülmesi gereken şeylerdi.


mekansız değil dedik. grace jones jamaika'ya da götürdü cemil topuzlu sakinlerini, aslan yeleleri giyinip afrika'ya da uçurdu. paris'te bir sokakta bulduk kendimizi bir ara, "la vie en rose"la, 80lerin new york glam scene'ine de gittik. en son "slave to the rhythm"da bir londra diskosundaydık. her şarkısında farklı bir kostum, farklı bir performans ve kurgu vardı şovunda. pop deyip geçenleri mutlaka cok şaşırtmıştır jones. ama onun 80lerden, popun sanat olduğu günlerden geldiğini bilenler için sürpriz olmamalı bu performans.

en ilginci de, grace jones'un soğuk imajına karşın şarkı aralarında seyirciyle çok yakın ve sıcak diyalog kurmasıydı. ha, o gece orada olanlar arasında gerçekten grace jones hayranı olduğunu belli eden, çoğunluğunun gay olduğunu tahmin ettiğim bir topluluk da vardı. muhteşemdiler. onlar o kadar formda olmasa grace de bu kadar "evinde" hissetmeyebilirdi kendisini. o kitle önce grace'i, sonra da tüm açıkhavayı uyandırdı. cemil topuzlu'da bugüne kadar gördüğüm en iyi kitlelerden birisiydi bu.

ha, o geceye dair çok bir şey anlatamadığımı da biliyorum. orada olmak, tanık olmak lazımdı. benim yaptığım sadece not düşmek olsun.

Saturday, July 17, 2010

Gelişen ülkemde garip gelişmeler..

Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir.

T.C. Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 26.06.2009 tarih ve 2009/45 sayılı kararı gereği erişime kapanmıştır.


bugün istanbulda bir yürüyüş var, internet sansürünü protesto eylemi.. orada değilim, buradayım..


her geçen gün daha da demokratikleşen ve insan haklarına daha saygılı bir toplum/devlet/ülke haline gelen; içeride gerçekten "iyi" işlere imza atarken bölgesinde ve ötesinde oldukça etkileyici girişimlere öncülük ederek dışarıda da etkili ve önemli olmaya başlayan, dünyada artık ciddi bir şekilde farklı bir imaja sahip olmayı başaran Türkiye'de malesef akla hayale gelmeyecek gelişmeler oluyor son yıllarda.. tüm bu güzelliklerin yanında.. yıllarca çözülemeyen, kangrenleşmiş sorunların üstesinden gelebilmek adına cumhuriyet tarihinde benzeri görülmemiş bir cesaret sergilenebilirken, başka öyle şeyler oluyor ki, evet, güzellikleri gölgeleyebiliyor..

işte, en göz önünde olanı, internet sansürü.. sinema, televizyon hatta müzik sektöründe kanıksadığımız sansürü internette görünce şaşırdık önce, zira artık farklı bir toplum olduğumuzu düşünüyorduk.. internet sansürünü yoğun olarak uygulayan ülkeler ise belliydi işte: İran, Çin, Kuzey Kore vs.. tabi ki açık ya da örtülü bir şekilde internet kontrolü/sansürü neredeyse her ülke tarafından uygulanmaktaydı, ama sistematik bir sansür mekanizması bu olağan şüphelilerde mevcuttu.. işte Türkiye son yıllarda kendinden emin adımlarla dünya genelinden bu sert ülkelerin düzeyine doğru bir kayma gösterdi sansür konusunda.. "yok canım artık, bu kadar da olmaz" dediğimiz şeyler olmaya başladı.. önce youtube, sonra last.fm, şimdi ise çeşitli google hizmetleri engellenmeye başladı.. genellikle keyfi bir biçimde hem de.. youtube sansürü için bir videonun siteden kaldırılmaması neden gösterildi, last.fm için telif hakları, google için, hmm, onu hala anlayamadım.. ama esas neden geçen ay belli oldu: gerçek sorun bu sitelerin arkasındaki devlerin (last.fm'in arkasında dev mev yok ya, neyse) Türkiye'de vergi mükellefi olmamasıymış.. Binali Yıldırım bunu açık açık söyledi.. günümüzün internet dünyasında bunun gerçekten bir sorun olup olmadığı tartışılabilir, ben de mantıklı karşılayabilirim böyle bir talebi.. ancak çözümün milyonlarca insanın günlük yaşantılarında birçok devlet kurumundan bile daha büyük yer sahibi olan koskoca siteleri pide dükkanı mühürler gibi kapatmak olduğu söyleniyor ve buna inanmamız bekleniyorsa, akıl tutulması denen şey tam da böyle olsa gerek.. bu üç siteyi de sıklıkla kullanan biri olarak, çoğu insan gibi ben de mağdurum, evet..

bu arada, bu saydığım siteler buz dağının sadece görünen kısmı, bildiğim kadarıyla binlerce yasaklı site var Türkiye'de.. "hepsi haksız engellemelerdir" demiyorum tabi ki, ama biliyoruz işte çoğunun "yanlış" olduğunu..


sansürle alakasız, ama "akla hayale gelmeyecek gelişmeler" bağlamında değerlendirilebilecek bir haberle karşılaştım bugün.. bu belki daha da korkunç, daha faşizan, daha acımasız bir şey.. "6 Mart 2010 tarihinde 'Türk soyunu koruma' amacıyla yapılan yönetmelik değişikliğiyle sperm bankasından hamile kalanlar hapis cezasıyla yargılanabilecek"miş.. "Yeni yönetmeliğe göre, yurtdışındaki sperm bankasından alınan sperm veya yumurta ile hamile kalanlar hakkında, savcılığa suç duyurusunda bulunulacak ve bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile dava açılacak. Yeni düzenleme, bu yönteme başvuran anne adaylarının yanı sıra aracılık yapan kişiler ile sperm veya yumurta veren donörü de sorumlu tutuyor."

"tüp bebek yönetmeliği" bu.. birçok insanın adını duyduğu zaman ilgisini bile çekmeyecek bir yönetmelik gibi görünen bu "şey", tarihimizin belki de en ırkçı ve totaliter unsurlarını barındırıyor içinde anlaşıldığı kadarıyla.. zamanında haberlerde denk geldiğimi hatırladım bu yönetmeliğe, ama bir an için kızıp geçmiştim sanırım.. işte şimdi somut bir iğrençliğiyle karşı karşıyayız.. sağlık bakanlığı, Amerika'daki bir sperm bankası yoluyla hamile kaldığını açıklayan Sevda Demirel hakkında soruşturma başlatmış.. insanın isyan edesi geliyor.. "size ne insanların hayatından, bebeğinden, dünyasından, size ne!" diyesi geliyor.. devletin birey ve toplum için varolduğunu hala mı kabul edemedik, hala mı bunun acısını çekmek zorundayız? bir ülke daha ne kadar böyle gidebilir..

ülkemin değiştiğine, her anlamda daha iyi, insanlarının artık kaçmak zorunda kalmadığı bir vatan olmaya başladığına inanmak istiyordum, hala istiyorum, er ya da geç tüm bunların düzeleceğine inanıyorum.. ama arada olmak, bu sıkıntıları çekmek gerçekten kötü.. Sevda Demirel'i hayatımıza soktular işte.. artık onun gönüllü savunucularından biri olmak boynumuzun borcudur.. zamanında Bülent Ersoy için olduğumuz gibi..

Friday, July 16, 2010

İnternet sansürüne karşı protesto yürüyüşü

"youtube türkiye cumhuriyeti'yle bir mücadeleye girişti."
türkiye, internetle bir mücadeleye girişti.
türkiye, özgürlükle bir mücadeleye girişti.
eğer doğru taraftaysanız, cumartesi taksim meydanında olun!

Thursday, July 15, 2010

AİDA Şehre indi



Opera sonunda Şehr-i İstanbul'a "indi" de gidebildik. Opera'nın "Kültür Başkenti"ne inmesi zaten traji-komik. Zira AKM 1 seneyi aşkın zamandır kapalı olduğu için artık opera, bale İstanbul'da yok, tiyatro yara aldı.

Dün gece Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'na biraz da bu özlemle gittim daha önce izlemediğim Aida'ya. Söylemeliyim ki beklediğimden çok daha fazlasını verdi Aida, görkemli dekor, dev bir kadro, danslar da eşlik edince dün gece Aida operasında dört dörtlük bir seyir zevkiyle kulakların pası silindi. "Possente, possente fthà"da trajideye ortak olsam da en çok meşhur Zafer Marşı'nın çalınması beni etkiledi. Melodinin bilindik olması bir yana sahnenin ihtişamı bir yana iki yanda çalınan trompetler de eklenince sahne gerçekten etkileyici ve çok güzeldi.

Ancak ne yazık ki ilk perdenin 10'a çeyrek kala başlaması Çarşamba günü tüm opera severleri bezdirdi. Nitekim 20 dakikalık uzun sahne araları da eklenince 4 perdelik oyun normal olarak gece 1:30'da bitti. Ertesi gün işi olan her yaştan insan izlemekle gitmek arasında kaldı ve bu da seyircinin maalesef yarısını boşalttı. Bu da bence çok normaldi ve herkesin şikayeti aynıydı: oyun neden daha erkene konulmadı? Örneğin oyun 20:30'da başlasaydı bizde gözlerimiz kapanmadan izleseydik daha çok keyif almaz mıydık?

İzlemek isteyip de yolu "Kültür Başkenti" olmayan Ankara'ya düşenler için, Aida seneye Ankara Opera ve Balesi tarafından sergilenecekmiş, duyurulur. Ha İstanbul'a gelmesini beklemeyin çünkü bir daha ne zaman "iner" belli değil zaten AKM en az bir sene daha kapalı...

mini mini birler, brend nü heviler

istanbul'dan the brand new heavies geçti. ama konserin yıldızı ne n'dea davenport, ne de gitarist simon bartholomew'la basçı andrew levy idi. bir dinleyici vardı, sahneye çıkıp dans mı etmedi, gömleğini sahneye mi fırlatmadı! nasıl bir enerjiydi ki o hiperaktiviteyle alkolle açıklanamaz! ya illegal bir şey kullanıyordu, ya da reçeteli bir şey, ki her neyse ben de aynısından istiyorum!

the brand new heavies 45 dakika geç çıktı sahneye. artık gecikmelerine sebep olan her neyse, konserlerinin ilk dakikalarında suratlarının asık olmasının sebebi de oydu galiba. neyse ki, funkadelic terbiyesi almış, dar pantolon ve pırıltılı gömlek giymiş simon ile andrew kısa zamanda havaya girdi. oturan seyirciyi ayağa kaldırdılar, sonra dans ettirdiler. sonra davenport da havaya girdi. "dream on dreamer," "midnight at the oasis" ve "you are the universe" arka arkaya geldikçe izleyici de coştu.

istinyepark konserleri eğlenceli oluyor. iki yıl önce raul midon konserini orada izledikten sonra bu yıl da listeme ilk aldığım konserlerden birisi brand new heavies olmuştu, grubun büyük bir hayranı olmamama rağmen. önceki konser minderler üzerinde yayılarak izlenen bir konserdi, bu dans edilecek türdendi. ikisinin de tadı ayrıydı gerçekten. ama o dans eden adam olmasaydı herkes o kadar gaza gelir miydi? tartışılır. ha, yine de andrew levy'nin hakkını verelim. o eleman sahneden yaka paça indirilirken bodyguard'ı uyarıp "sorun değil" diyen, birkaç şarkı sonra seyircilerin arasına inip "iade-i ziyaret" yapan da oydu!

Wednesday, July 14, 2010

boğaza nazır lisa ekdahl

ortaköy the marmara esma sultan'daki lisa ekdahl konseri için sarayburnu sepetçiler kasrı'na gitmek hangi kafayla açıklanabilir? "aşık mısın oğlum?" diye de sorulabilir, "gönülsüz gitmişsin ondandır" diyen de çıkar. bir şekilde oldu işte. kapıdan döndüm, taksiye atladım, massive attack katkılı ortaköy trafiğinde konserin bir kısmını (tahminen 20 dakika) kaçırdım. ama iyi ki sepetçiler kasrı'nın kapısında oflayıp eve dönmemişim. harika bir tecrübeden mahrum kalırdım.

lisa ekdahl biraz caz vokalisti, biraz singer/songwriter, biraz billie holiday, biraz joanna newsom. ülkesi (isveç) düşünüldüğünde kafalarda oluşabilecek önyargının aksine çok sıcak ve samimi bir müzik yapıyor. bugün, istanbul caz festivali'nde çalıyor olmanın da etkisiyle caz cover'ları yaptığı ingilizce albümlerinden söyledi. "laziest girl in town," "tea for two," "love for sale," "my heart belongs to daddy" gibi, caza uzak kulakların bile mutlaka duyduğu şarkılar vardı setlistinde. ama bunları o kadar yumuşak çaldılar ki, bir açık hava konserinde bu kadar sessiz, ecnebilerin "intimate" dedikleri bir atmosfer yaratarak çalındığına şahit olmamıştım. küçük bir kulüp bile değil, evin salonunda söylüyor gibiydi ekdahl ve arkadaşları. zaten "tea for two"yu çaldıktan sonra sahnenin köşesinde bulunan çay fincanlarını ellerine alıp içti dörtlü, öyle de gitti. misafirlikten ayrılır gibi!

sanırım iyi bir evsahibiydik. en büyük kozumuz, boğaza nazır esma sultan manzarasıydı. böylesi bir atmosferde çalmak şüphesiz lisa ekdahl için de bambaşka bir tecrübeydi. grubu çalarken seyirciye arkasını dönüp boğazı izlemesi bundan olmalıydı.

kendisini bugüne dek dinlememiş olmak benim ayıbımdı, ama bu konserle açığı şimdilik kapatmış oldum. şimdi zamanın birinde elime geçmiş ama jelatini bile açılmadan evin bir kenarına bırakılmış cd'lerini bulmalıyım lisa ekdahl'ın. sahnedeki büyünün yarısı stüdyo albümlerinde de varsa yaşadık!

Tuesday, July 13, 2010

Harvey Pekar (1939-2010)

bir düşünün, hangisinin hayatınızdaki yeri daha büyük? sevgilinizin sizi terk etmesi mi, yoksa bankamatikte yaşlı teyzenin arkasında beklemek mi? işyerindeki terfiler açıklandığında sizin yerinizde saydığınızı öğrenmeniz mi, yoksa hayvan şoförün birinin yağmurda üzerinize su sıçratması mı? birinciler, insanın hayatında daha temel noktalar, orası kesin. ama onları yılda en fazla birkaç defa yaşarken ikincisi gibilere her gün 20-25 kere küfrediyoruz.

harvey pekar da öyle yapardı. sonra bir gün, dosyalama işini bırakmadan, bunları yazmaya başladı. çizimleri korkunçtu ama günlük hayatın acımasız mizahını yakalamak konusunda eşsizdi. başta üstad robert crumb olmak üzere birçok çizerle çalıştı. süpermen, örümcek adam, batman'in yanında yer açılmıştı, gündelik hayatın "kahramanı" harvey pekar, 1970'ler çizgiroman sahnesine katılmıştı.

2003 yılında "american splendor" denen olağandışı yaratıcılıktaki filmi izleyene kadar haberdar değildim ben de kendisinden. sonra da has adamım oldu. gerçekle kurmacayı delice bir yaratıcılıkla harmanlayan filmi defalarca izledim (paul giamatti'nin pekar'ı resmedişine hep hayran kaldım) ve "american splendor"ın çeşitli baskılarını indirip izledim. her seferinde bu huysuz adamla eğlendim. "ordinary life is pretty complex stuff" diyen adamın hayatı özetleyişine hayran kaldım.

harvey pekar dün ölmüş. 90'larda eşi joyce'un desteğiyle kanseri atlatan, bunu da "our cancer year"da anlatan adam, bu sefer gitmişti. 70 yaşındaydı ve gerçekten yorulmuştu galiba. gözleri açık, fazla düşünen adamlar böyledir zaten. çok şey görürler, her şeyi kafalarına takar, bol soru sorarlar. bu soruların cevapları nadiren olur. kambur yürürler, çok içerler. saçları dökülür, göbek yaparlar. harvey'nin bu adamların idolü olması boşuna değil.

ölüm sebebi belli değil ama the associated press'in geçtiği haberde "prostat kanseri, astım, yüksek tansiyon ve depresyonu olduğu" söylenmiş. böyle şeylere gülünmez, ama konu harvey pekar olunca "american splendor"ı izlemiş birisinin buna gülümsememesi mümkün değil.

harvey pekar ölmüş. gerçekten çok üzgünüm.
güle güle üstad. dünya sensiz çok eksik kalacak.

Monday, July 12, 2010

İspanya! Siempre con nosotros!


ve oldu.. sonunda.. inkar içinde olanlar bile aslında biliyorlar, iyi adamlar kazandı bu sefer..

önce 2008 avrupa kupası, şimdi de bir milli takımın ve birey olarak futbolcunun kazanabileceği en büyük kupa, dünya kupası.. bir aylık serüven iyi bitti işte, son 4-5 yıllık emeğin karşılığı, ilmek ilmek dokunan başarının son noktası bu..

2000'li yılların ikinci yarısı ispanya ve barcelona'nın yıllarıydı.. barcelona büyüdü, onunla birlikte ispanya da.. son birkaç 10 yılın en etkileyici futbolunu oynayan barça iskeleti üzerine bir milli takım inşa edildi, ispanyanın geleneksel bireysel yetenek bolluğundan da istifade edildi ve sonuç ortada..

İşte o tarihi gol vuruşu..

ispanyayı nasıl eleştireceklerini şaşıranlar takımın bu turnuvada çok da iyi bir futbol ortaya koyamadan, şansın, hatta hakemlerin yardımıyla kupayı kazandığını iddia etti.. gerek futbolun, gerekse futbol izleyicisinin evrimini anlayamamaktan, hatta farkına bile varamamaktan kaynaklanıyor bence bu yorumlar.. ya da saf kıskançlık, kötülük.. ispanyanın da mükemmel oynamadığı, hatta biraz şanssızlıkla kaybedebileceği maçlar oldu tabi ki, paraguay maçı örneğin.. ama dünya kupası biraz da böyle kazanılıyor işte.. mükemmel bir turnuva geçiriyorsunuz, bir maçta tökezler gibi oluyorsunuz, ama direncinizle bunun da üstesinden geliyorsunuz.. unutmamak lazım, ispanya yarı finalde, arjantine ve ingiltereye 4'er gol atan, doğru dürüst pozisyon dahi vermeyen, messi gibi turnuva öncesi uzaylı olup olmadığı ciddi ciddi tartışılan ve almanya maçına kadar gayet iyi bir turnuva geçirmekte olan bir çocuğa nefes aldırmayan almanya karşısında büyük bir üstünlükle oynadı ve kazandı..

Dani Jarque daima bizimle..

işte bu takım, hollanda ile karşılaştı finalde.. hollanda dünya kupası tarihinin en romantik taraftar kitlesine sahip takımı.. herkesin ikinci takımı, gönlünün portakalı.. belki de dünyada en çok sempatizana sahip milli takımdır, kim bilir.. 74 ve 78 finalleri, ve van basten'li, gullit'li sonraki jenerasyonunun hatrına, her dünya kupasında yüzlerde tebessüm oluşturan bir takım işte.. eh, bu finale de böyle bir destekle geldiler.. ama bir hoşnutsuzluk da vardı, zira bu hollanda o hollanda değildi pek, "akıllanmışlardı artık".. eh, ben pek de sevmedim bu akıllı hollandayı, neredeyse hiçbir maçından tat alamadım, birkaç spektaküler gol hariç (yürektesin van bronckhorst!).. finalde ne yaptı peki bu hollanda? sert oynadı.. açık açık hem de, göstere göstere, göz korkutmak için.. abarttı hem de, 28. dakikada xabi alonso ölüyordu.. eğer o tekme normal bir insan evladına gelse herhalde ölürdü, ya da en azından birkaç kaburgası kırılırdı.. neyse.. işte hollanda (ve barça) efsanesi cruyff'un konu hakkında söyledikleri..


dünya kupalarının sempatik, tatlı adamları bu sefer kötü çocuklardı işte.. çirkin insanlardı.. hepsi değil tabi ki, ama en başta da hocaları.. net bir talimatla çıkmışlardı sahaya.. yer yer işe de yaradı, ispanyanın pas trafiğini kesmeyi başardılar zaman zaman.. hatta bana kalırsa david villa-xavi-iniesta üçlüsü arasındaki iletişimi kesebilmeleri büyük bir başarı sayılmalı.. bir kez xavi ve villa pas alıp verdi ve az kalsın gol oluyordu.. buna rağmen, ispanya bu kupanın doğal şampiyonu olduğunu kanıtladı.. yılmadı, çabaladı, kanadı ama attı sonunda.. hem de iniestayla buldu golü.. o iniesta ki, çelimsiz, güçsüz, hatta bu kadar yetenekli olduğunun bile farkında olmayan bir çocuktu 5 sene öncesine kadar.. bir futbolcunun kendisini yıllar içinde nasıl da aşama aşama geliştirdiğine tanık olmak müthiş bir şey.. abisi xavi gibi o da hor görülmekten starlığa terfi etti.. ve artık zirvede.. ilk meyvesini barçada veren, sonra 2008'de kupa getiren, şimdiyse tanrıların katına yükselmelerini sağlayan bir birliktelik xavi-iniesta'nınki.. tarihe geçtiler işte.. iniesta artık hiç unutulmayacak..


uzatmamam lazım.. uzatacak bir şey de yok.. ne barça ne de ispanya'nın esamesi okunurken tutmaya başladım ben bu takımları.. şimdi ben de zirvedeyim, boşluğa düşmemek için zor tutuyorum kendimi.. belki de intere teşekkür etmem gerekir; şampiyonlar ligini de barça kazansaydı, gelecek sezon için nasıl bir hırs içinde olurdum bilemiyorum..

hah, bir mutluluk daha.. forlan.. gönül insanı, büyük adam.. hem müthiş bir futbolcu, hem de iyi bir insan.. çetin yazdı işte, daha ne denir ki.. iyi ki o aldı altın topu.. sonuna kadar haketti..

birkaç söz de hoca için.. beşiktaşın "mahalle kasabı" del bosque, beşiktaş camiasıyla uzaktan yakından alakalı herhangi birinin yanına bile yaklaşamayacağı bir başarıya erişti işte.. hem kulüp düzeyinde, hem de milli takım düzeyinde onun kadar büyüyü bir elin parmakları kadar şu koca dünyada.. ton ton amcam benim..


evet, bitti, güzel insanlar, iyi adamlar kazandı.. ve ben, mutluyum..

başın öne eğilmesin

başın öne eğilmesin
aldırma gönül aldırma
başın öne eğilmesin
aldırma gönül aldırma

ağladığın duyulmasın
aldırma wesley aldırma
aldırma arjen aldırma
dirk kuyt aldırma

Sunday, July 11, 2010

finalin hüznü

bir futbol manyağı olarak bunu söylemek tuhaf ama, dünya kupası finallerini çok da sevmem. muhteşem bir ayın bitiş düdüğünü çalacağı için. her şeyin sonu var, özellikle de güzel şeylerin, şüphesiz. ama finaller müthiş geceler olduğu kadar, tatilin bitiş günü gibi bir hüzün de bırakır insanda.
...
bu sefer de durum farklı, ama tesellim hazır. nefis bir dünya kupası, belki de olabilecek en güzel eşleşmeyle nihayete eriyor. ispanya ve hollanda gibi, dünyada bu kupayı kaldırmamış en büyük iki futbol ülkesinin karşılaşmasıyla.
...
öyle güzel bir kupaydı ki bu, her maçının, her anının tadı damağımda. 0-0 biten paraguay-japonya maçının bile! (penaltıların tekrarını izlediğimi, iki saat boyunca gol görmediğimi belirteyim) çünkü böyle eşleşmeleri sadece dünya kupasında izleyebilirsiniz. ağır ağır tırmandı futbol kalitesi, dünyanın dört bir yanındaki güzel çocukların ve kötü adamların futbolu nasıl oynadıklarını, nasıl izlediklerini gördük. sonra sahne gerçekten hak edenlere kaldı, ama her turda birilerine daha yazık oldu. bir bir geçti günler, günde 3 maçlık keyif zirvelerinden, 1 taneye düştük. ta ki en sondaki büyük finale kadar.
...
ve o kadar güzel bir eşleşme ki bu, bir tarafın kaybedeceğine üzülsek de, kazananın hak edeceğini daha howard webb ilk düdüğü çalmadan önce bile biliyoruz. ama benim gönlüm yine de hollanda'yla birlikte. 1998'in fransasından bu yana ilk defa sevdiğim bir takım finale kadar geldiği için olsa gerek, final maçı o kadar hüzünlendirmiyor beni.

danimarka ile soccer city'de yaptıkları maçtan beri bugün hollanda'yı göreceğimize inandığım için olsa gerek! normalde ingiltere birinci tercihim olsa da, bilinçli bir britanya-sever, her zaman yedekte bir takım daha tutar, çeyrek finalde elendikten sonra hedefsiz kalmamak için. tutulacak takım, hollanda'ydı. umarım makus bir talih kırılır, umarım futbolun en yakışıklı abilerinin 1974'te, 78'de, 94'te, 98'de deneyip beceremedikleri şeyi bugünün sert, realist ama hala ince bilekli oğlanları becerir. cruyff, neeskens, rep, van basten, gullit, rijkaard, bergkamp, overmars, frank de boer bunu çoktan hak etmişti. sneijder, robben, kuyt da hak ediyor.
...
belki bu gece futbol tanrısının bugüne kadar portakal rengine ettiği bütün ayıpları temizleyeceği gecedir.